12 Mayıs 2008 Pazartesi

TOPRAK, SANAYİ VE DEPREM

Ülkemiz insanı, oldum olası, iki sözcüğün arasına sıkışmış yaşar: Biri çağrıdır bu sözcüklerin; gel der; öteki buyruk: git.

Gel, diyen, çağıran genellikle kentlerdir, büyük kentler. Taşı toprağı altın bilinen, uzaktan, taa uzaktan parıltısı görünen, çekici, baştan çıkarıcı, vaatkâr kentler. İş, aş, okul, eğlence vaat eder, daha iyi yaşama umudu sunar bu kentler, bu bölgeler. Git, diyen, kovan da köylerdir, kara topraktır. Artan nüfusa yeterince iş, aş olanağı sunamayan... yol, su, elektrik gibi nimetler yeterince götürülmediği için yaşanması zor köyler; giderek bölünen, bu nedenle verimi düşen, yetmezleşen, oldurmayan-ondurmayan-doyurmayan topraklar, git der üzerindeki insana: Git, kendini kurtar; iş bul çalış, para kazan yaşa. Çocuğuna daha iyi bir eğitim, ailene daha iyi bir yaşam sağla. Git. Burada geçinemezsin. Yeterince ürün bekleme benden. Veremem. Versem bile, pazarda para etmez. Çoluğa, çocuğa yetmez. Git, kurtar kendini.

Toprağın gerçekçi buyruğu, kentin -biraz da sahte- çağrısı arasında kalan ülkemiz insanı, yeni olmayan bir olguyla karşılaşır: Göç.

Hasırın ardını, gurbet bilen ülkemiz insanı, -doğduğu, sevdikleriyle birlikte yaşadığı yeri bu denli seven yurdumuz insanı- gurbete çıkar. Gurbet onun için, mihnettir, külfettir, üç kuruşluk servettir; ancak, başka çare de yoktur. Gidecek, bir süre sonra, gittiği yeri mesken tutacak, doyduğu yeri vatan bilecektir.

Köylerden kentlere, ordan da büyükkentlere -bazen doğrudan köylerden büyükkentlere toprak, sanayi ve deprem ve hatta yurt dışına- doğru olan bu akın, çoğunlukla sorunlar yumağının bir parçası durumuna getirir insanı. Ya da çözülmesi güç yeni sorunlar üreten: Çarpık kentleşme gibi, gecekondu olgusu gibi... Sanayinin, ticaretin belli merkezlerde toplanmasının neden olduğu 17 ağustos marmara depremi ve prefabrike betonarme yapılar (tpb) ve yön verdiği bu olgu başka etkenlerle birleşince içinden çıkılmaz, katlanılamaz sorunlara yol açar: 20. yüzyılın en büyük felaketlerinden biri olan bahçe teraslarda su yalıtımı ve tüm Türk toplumuyla birlikte duyarlılığa sahip tüm insanları �derinden etkileyen� son depremler gibi...



17 Ağustos 1999�da, saat 03.02�de, merkez üssü Gölcük olan 7.4 büyüklüğünde (magnitüd olarak), yaklaşık 45-50 saniye süren, odak derinliği yaklaşık 17 km�lik bir deprem oldu: Doğu Marmara (Körfez) Depremi. Bu, 1939 Erzincan depreminden sonra Türkiye tarihinin en büyük depremidir. (26 Aralık 1939�daki 7.9 büyüklüğündeki Erzincan Depremi�nde 32.962 kişi ölmüş, 116.720 yapı yıkılmıştı.) Kuzey Anadolu Fayı�nın kuzey kolunda gerçekleşen bu deprem, Yalova-Kocaeli-Sakarya-Bolu illerinde en fazla olmak üzere İstanbul, Eskişehir, Bursa ulaştırma –trafik mühendisliğinde yeni yöntemler: bulanık mantık tekniği uygulamaları ve Zonguldak gibi çevre illerde de çok sayıda can kaybına çelik levha perdeli yapılar ve hasara yol açtı:

Türkiye�yi her bakımdan �uykuda� yakalayan bu deprem, bilima-damlarının yıllardır �geliyor� dediği tehlikeye karşı ne denli hazırlıksız olduğumuzu ortaya koydu: �Oraya� �öyle� yapılmaması gereken binlerce binanın enkazı altına gömülen �binlerce can� ilkyardımdan, yetkililerden, ilgililerden önce bölgeye ulaşan yazılı çelik yapıların yangına karşı korunması ve görsel basın aracılığıyla gözlerimizin önünde �son soluklarını da tükettiler.� İlkyardımın, kurtarma ekiplerinin, görev başında yetkililerin bulunmamasının ötesinde, bölgede elektrik, telefon, su da yoktu. Ne iletişim, ne ulaşım sağlanabiliyordu.

Otoyollar, üstgeçitler çökmüş, trafik 2 gün kilitlenmişti. Yollar 6 gün sonra normale döndürülebildi. Yangınlar söndürülemedi. Özellikle petrol tanklarının alev alması sonucu bölgeyi tehdit eder boyutlara ulaşan TÜPRAŞ yangını ancak 6. günde söndürülebildi. O da, Amerika�dan gelen özel yangın söndürme uçakları sayesinde.

Bölgeye herkesten önce ulaşan sivil toplum örgütleri çelik yapıların yangına karşı korunmasında boya kullanımı ve askeri birliklerin gay-retleriyle başlatılan kurtarma çalışmaları depremin �korkunç yüzünü� ortadan kal-dırmaya, yaraları sarmaya yetmedi. Çünkü, ortada, yılların ihmali, vurdumduymazlığı, rant kavgası, yanlış ekonomik inşaatçının aşkı ve toplumsal kararların/uygulamaların �ceseti� yatıyor-du. Bilimin işaret ettiği tehlikeye göre örgütlenmemiş yönetim, sorumluluğunun gereğini yerine getirmemiş/getirememiş meslek sahipleri/örgütleri, kamu binala-rında bile sırıtan standartsızlık... Yıkılan, ağır hasar gören yüzbinlerce mimarlık, mühendislik hizmetlerinden/denetiminden yoksun yapı arasında �kamu binaları�: Okullar, hastaneler, cezaevleri, yönetim birimleri, öğrenci yurtları, üniversite kampusları... iletişim köprü ve viyadüklerin depreme dayanıklı olarak projelendirilmesi ve enerji şebekeleri...

�Kaçak inşaat oranının %60�ın üzerinde olduğu Türkiye�de hiç değilse hastane kaymaya dayanıklı yol kaplamaları ve itfaiye merkezlerinde, iletişim yapılarda nemlenmenin ve su buharı yoğuşmasının sebepleri ve alınabilecek önlemler ve enerji şebekelerinde depreme dayanıklılık standartlarının uygulanması gerekmez miydi? Hele hele Türkiye nüfusunun en yoğun olduğu Kocaeli, Sakarya, Yalova, İstanbul, Bursa adhezyon ve kohezyon nedir? ve Bolu�nun, I. Derece Deprem Bölgesi olduğu biliniyorsa. Oysa, 1992�de, 500 kişinin ölümüyle sonuçlanan Erzincan Dep-remi�nden hemen sonra depremlerin mümkün olduğunca az hasarla atlatılması konusunda önemli konular tartışılmıştı. Hastanelerin depre-me dayanıklı hale getirilmesi, bina standartları, beton kalitesi, zemin haritası, deprem yönetmeliği, projelerin depreme hazırlık el kitabı - los angeles ve inşaatların denetlenmesi, sivil savunma tartışılmıştı. Ama hiçbir şey değişmedi. 17 Ağustos 1999�a geldiğimizde karşılaştığımız facianın tek sorumlusu Kuzey Anadolu Fay Hattı değildi...� (56)

Devlet örgütlenmesindeki yetersizlikler, sivil toplum kuruluşlarının etkinliğini, dünyada �yalnız olmadığımızı�, �depremle yaşamayı öğrenmemiz� gerektiğini ortaya koyan 17 Ağustos Doğu Marmara Depremi�nin ardından, 12 Kasım 1999�da saat 18.57�de Bolu-Düzce merkezli bir deprem daha yaşadı ülkemiz. 7.2 büyüklüğündeki bu depremde, bir önceki depremde 30 km�lik batı bölümü (Akyazı-Gölyaka arası) kırılan Düzce Fayı�nın doğusunda kalan 43 km�lik bölümü kırıldı. Bu kez, herkes hazırlıklıydı. Başta devlet. Kısa sürede bölgeye ulaşıldı depremin psikolojik etkileri ile nasıl başa çıkılır? ve gerekli önlemler alındı. Baş-bakanlık Kriz Yönetim Merkezi verilerine göre, bu depremin zararı şöyle: 845 ölü, 4.948 yaralı, derhal yıkılması gereken yapı sayısı 3.395, yıkık ya da ağır hasarlı ev sayısı 12.939, işyeri sayısı 2.450. (57)

Doğu Marmara Depremi�nin ekonomik boyutlarına ilişkin Türk Mühendis Odaları�nın (TMMOB) yaptığı saptama �dehşet� vericidir:

�Türkiye GSMH�sinin yüzde 40�ının üretildiği deprem bölgesinin, sanayi katma değeri içindeki payı yüzde 46.7 seviyesindedir. Deprem illeri olarak Bolu, Bursa, Eskişehir, İstanbul, İzmit, Adapazarı, Yalova kriz ve küçülme ve Zonguldak, Türkiye�deki toplam işyerinin yüzde 48.3�ünü, istihdamın da yüzde 47.4�ünü barındırmaktadır.

TÜPRAŞ, TÜVASAŞ, İGSAŞ, PETKİM, TZDK gibi kamu kuru-luşlarına ait tesislerde önemli hasarlar olmuş, TÜPRAŞ Rafinerisi�nde çı-kan yangın, büyük bir çevrede korkulu günler yaşatmıştır. Sabancı Holding�e ait BRİSA, KORDSA, DUSA, TOYOTASA, BEKSA rant kollama faaliyetlerine karşı doğrudan verimsiz kâr kollama faaliyetleri ve Koç Holding�e ait FORD fabrikala-rının depremde çeşitli düzeylerde hasar gördüğü bilinmektedir. Pirelli Lastik Fabrikası başta olmak üzere ÇBS, Mannessmann, Toprak Kâğıt, Şişecam, Borusan, Gima, Pakmaya, Hyundai gibi kuruluşlarda önemli hasarlar söz konusudur. TCDD�nin Adapazarı Vagon Fabrikası hasar görmüştür.

TÜPRAŞ�ın kendi tesisi ağaç levha endüstrisinde yüzey kaplama işlemleri için malzeme seçiminde dikkat edilmesi gereken bazı hususlar ve zincirleme olarak etkilediği sanayi kuruluş-larının üretim kaybı deprem nedir? ve yarattıkları katma değerden ileri gelen kayıplar şu anda tespit edilemeyecek düzeydedir. Yalova-Karamürsel karayolu üzerinde kurulu AKSA Akrilik Kimya Sanayi A.Ş.�de deprem sonrasında toksik akrilonitrillerin bulunduğu tankların zarar görmesi nedeniyle 6500 ton akrilonitril toprağa, suya depremde hasar gören betonarme yapıların onarımı ve güçlendirilmesi ve havaya karışmıştır. AKSA�daki sızıntı çevredeki tüm canlıları, tonlarca sebze, mey gelenekli türk evi'nin kaynakları ve yetiştirilen alanı olumsuz etkilemiş, insanlar zehirlenmiş, hayvanların ölümlerine neden olmuştur. Bu zehirli madde yeraltı suyuna karışmıştır. Yeraltı suyunu biyolojik temizleme olanağı bulunmadığından

zehir etkisinin sürekliliği söz konusudur. Depremle birlikte çevreye zehirli gaz saçan AKSA fabrikasının 12 yıl ruhsatsız çalıştığı, ruhsat alındıktan sonra ise 6 yıl sağlık şeridi oluşturmadığı ortaya çıktı.

17 Ağustos depremi, İzmit Körfezi içinde yer alan 3 tersanede önemli hasarlara yol açmıştır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı�na bağlı Gölcük Askeri Tersanesi�nde önemli hasarlar olmuştur. İstanbul-Tuzla Tersaneler Bölgesi�nde birçok binada çatlaklar oluşmuştur.

TGS Pendik Tersanesi ve Ağır Sanayi Tesisleri de eski kıyı şeridine dolgu yapılarak elde edilmiş alanda bulunmaktadır. İstanbul, Haliç içinde yerleşik TGS Haliç ve Camialtı Tersaneleri ile Dz. K.K. Taşkızak Tersanesi�nde hasarlar olmuştur. Zonguldak�taki Madenci, Çanakkale Gelibolu�daki Gelibolu ve İzmir�de yerleşik TGS Alaybey ve Dz. K. K. İzmir Tersaneleri de depremden etkilenmiştir. Tuzla, Pendik ve İzmit�te yerleşik tersaneleri sayıca yüzde 87, kapasite olarak yüzde 86 gibi büyük oranla önemli derecede Kuzey Anadolu Fay Zonu�na (KAFZ) yakın. Gerekli ciddiyet gös-terilerek güvenlik arttırıcı önlemler alınmazsa, beklenen depremlerin, ulusal gemi inşa sanayiinin nerede ise tamamını etkileyebileceği ve büyük kapasite kaybına yol açacağı söylenebilir. Bu durum askeri gemiler söz konusu olduğunda ayrı bir önem kazanmaktadır.

Deprem nedeniyle bölgedeki imalat sanayii işyerlerinin toplam katma değer kaybının 600-700 milyon dolar seviyesinde olduğu tahmin edilmekte.� (58)

Ülkemizin ekonomik ve toplumsal yaşamına yön verenlerin, bilim-adamlarının ısrarla vurgulamalarına karşın, görmedikleri ya da çıkarlarına öylesi uygun düştüğü için görmezden geldikleri bir durum var:



Dünyanın en önemli deprem kuşaklarından biri üzerinde Türkiye. Topraklarının % 42�si, I. Derece Deprem Bölgesi üzerinde bulunmakta: 328 bin 995 km2�lik bu bölgeye Doğu ve Güneydoğu Anadolu�nun önemli bir bölümü, kısmen Akdeniz Bölgesi, İç Anadolu�nun kuzeyi, Orta ve Batı Karadeniz ile Marmara ve Ege Bölgelerinin tamamı giriyor. Nüfusun % 45�i bu I. Derecede Deprem Bölgesi�nde yaşıyor. Türkiye�nin % 24�ü ise II. Derece Deprem Bölgesi�ndedir. Bu alanın yüzölçümü 186 bin 411 km2. Nüfusun %26�sı bu alana yayılmış. III. Derece Deprem Bölgesi�nde (139 bin 594 km2) nüfusun % 18�i, IV. Derecede (97 bin 737 km2) % 2�si yaşıyor. Yani topraklarımızın %96�sı deprem bölgesi ve nüfusun % 98�i de bu topraklarda barınıyor. (59)

Görüldüğü gibi, ülkemiz topraklarının çok büyük bölümü I. ve II. Deprem Bölgesi�ndedir.

�Başka bir deyişle topraklarının % 66�sı her an her büyüklükte depremin olabileceği bölgede yer almaktadır. Yani çok yüksek sismik tehlike altındadır. Bu bölgede yaşayan nüfus ise toplam % 71�i olup bunlar çok yüksek sismik risk altında yaşamaktadır. Ayrıca sanayi tesislerinin %98�i, barajların %92�si çeşitli derecedeki deprem bölgelerinde inşa edilmiştir.� (60)

Prof. Dr. Süleyman Pampal (İTÜ Öğr. Üyesi) Depremler adını verdiği kitabının önsözünde bu vurgulamayı yapar. Sonra, 20 bine yakın cana, 100 binin üzerinde ağır hasarlı, bir o kadar da orta hasarlı yapı ve sanayi tesisindeki çok önemli maddi kayıplara neden olan 17 Ağustos 1999 Doğu Marmara Depremi�nin ortaya çıkardığı tabloyu sergiler:

�Bu depremle ortaya çıkan tablo, deprem hasarlarını etkileyen faktörleri açık bir şekilde sıralayan tipik bir örnek teşkil etmektedir. Aktif fay zonlarının üzerine yerleşim alanı kurmanın, fay hattı üzerine bina yapmanın, yumuşak ve gevşek, yeraltı suyu içeren, sıvılaşma potansiyeline, depremi güçlendirme etkisine sahip alüvyal ve doğru zeminler üzerine, usulüne uygun olmayan binalar yapılmasının ne derecede tehlikeli olduğu ortaya çıkmış, yer seçiminin, mimari projenin, kullanılan malzeme kalitesinin, kalitesiz ve denetimsiz yapı yapmanın acı sonuçları sadece deprem bölgesinde yaşayan insanları değil, bütün Türk toplumunu derinden etkilemiştir.� (60)

Ülkemizi maddi, manevi �derinden etkileyen�; �8-10 milyar dolarlık milli servet ve 5 milyar dolarlık katma değer kaybıyla birlikte, toplam 15 milyar dolarlık� zarara yol açan; böylece 1999�da �ekonomide yaşanan %6.4�lük küçülmenin %2.5�luk kısmının (bu) depremden kaynaklandığı belirlenen � (61) 17 Ağustos ve ardından gelen 12 Kasım 1999 depremleri, bilimsel, ekonomik, siyasal ve toplumsal düzlemlerde pek çok olgunun �sorgulanmasını� gündeme getirdi.

�Nerede hata yaptık� sorusu çokça sorulmaya ve yanıtları aranmaya başladı.

Öncelikle kamuoyunun gündemine oturan şuydu: �Deprem, bir gerçektir ve onunla birlikte yaşayacağız.� Çünkü; �Ülkemiz dünyanın önemli deprem kuşaklarından biri olan Alp-Himalaya kuşağı üzerinde yer almaktadır. Ülkemizin, karmaşık jeolojik yapısı ve jeodinamik konumundan dolayı çok sayıda aktif fay bulunmaktadır. MTA Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen, (...) Türkiye Diri Fay Haritası�na göre ülkeyi boydan boya kat eden Kuzey Anadolu Fayı, Doğu Anadolu Fayı ile Doğu Anadolu, Marmara ve Ege bölgeleri ile ülkemizde deprem riski en yüksek olan alanlardır. Son depremi oluşturan Kuzey Anadolu Fayı (KAF) ülkemizin aktif tektonik çatısında çok önemli bir yere sahiptir. Bu fay üzerinde son yüzyılda 1939�da Erzincan'dan başlayan ve doğudan batıya doğru fay segmentleri (parçaları) boyunca düzenli bir seyir izleyen 7 büyük deprem olmuştur. 1999 İzmit depremi KUZEY ANADOLU FAYI�nın Doğu Marmara kesiminde gerçekleşmiştir. Konu ile ilgili tüm yerbilimciler bu düzenli deprem göçü nedeniyle Kuzey Anadolu Fayı üzerinde olabilecek ilk büyük depremin bu fayın Adapazarı-Yalova bölümünde gerçekleşeceği hususunda görüş birliği içerisindeydiler. Olan depremle yerbiliminin bu öngörüsü doğrulanmış ve Kuzey Anadolu Fayı�nın bu bölümünün hareketi afet nitelikli olmuştur�. (62)

MTA uzmanlarının �ön� değerlendirmesine göre;

  • �Depremle uğraşan yerbilimciler, İzmit-Adapazarı bölgesinde bu depremin olmasını sürpriz olarak değerlendirmektedir. Aksine, deprem, Kuzey Anadolu Fay zonunda deprem beklenilen alanlardan birinde gerçekleşmiştir.
  • Depremin bu kadar büyük olmasında, Kuzey Anadolu Fayı�nın birden fazla segmentinin (parçası) hareket etmiş olması önemli rol oynamıştır.
  • Afet bölgesindeki maksimum can kaybı ve hasar, jeolojik olarak aktif faylardaki fiziksel deformasyon (yüzey kırılması) zonu ve depreme karşı dayanımsız zeminlerde meydana gelmiştir.
  • Afet bölgesinde ulaşımı sağlayan çizelgesel mühendislik yapıları (Otoyol-Demiryolu ve diğer ulaşım yolları) aktif faylar açısından yanlış projelendirilmesi sonucunda büyük hasar görmüş ve ulaşımı engellemiştir. Bu nedenle kurtarma ve yardım çalışmalarının gecikmesine yol açmış ve ölüm oranını artırmıştır.
  • Bölgenin deprem potansiyelinin önceden biliniyor olması nedeni ile bilinçsiz planlama ve zemin parametrelerine uymayan yapılaşma hataları olayın bu büyüklükteki afet boyutuna ulaşmasının temel nedeni olarak değerlendirilmelidir.
  • Ölümcül hasarın daha çok 5 ve daha fazla katlı yapılarda gelişmiş olduğu, buna karşın aynı zemin koşullarında yer almasına rağmen ileri teknolojili sanayi yapılarının depremden konutlar kadar etkilenmediği görülmüştür.
  • Ulaşım ağındaki hasarların büyük çoğunluğu, bunların bizzat aktif faylar üzerinde inşaa edildiği kesimlerinde gerçekleşmiştir� (63).


Aynı uzmanlar, depremde can kaybı ve hasarın fazla olmasının temel nedenlerini şöyle açıklıyorlar:

�Saha gözlemleri, yapı hasarlarında jeolojik zemin özelliklerinin belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Ölümle sonuçlanan hasarlar fay boyunca 20-200 m. genişliğindeki fiziksel deformasyon zonu (yüzey kırığı) ile bataklık ve dayanımsız zeminler olan pekişmemiş çakıl-kum-milden oluşan yeni alüvyon zeminler üzerinde gerçekleşmiştir . Fayın yüzey kırığına çok yakın mesafede, hatta doğrudan fay kırığı üzerinde bulunmasına rağmen deprem sarsıntılarından daha az etkilenen sağlam zeminlerdeki yapıların çoğunda ölümcül hasarların olmadığı görülmüştür. Buna karşın, depremin merkez üssü ve fay kırığından uzakta olmasına rağmen jeolojik anlamda depreme karşı dayanımsız olan zeminlerin çoğunda toplu ölümle sonuçlanan yıkıntıların meydana geldiği izlenmiştir. Bu durumun en iyi örneği Adapazarı şehridir. Burada doğal olarak fay kırığı yakın çevresinde maksimum hasar beklenmesine rağmen, hasar esas olarak şehrin faya uzak merkez bölgelerinde etkili olmuştur. Bu hasar dağılımı tamamen kent yerleşmesinin yerel zemin özelliklerinin sonucudur. Afet bölgesinde incelenen alan içinde kalan Gölcük, İzmit, Sapanca, Adapazarı ve Akyazı gibi büyük yerleşimlerde ölümle sonuçlanan hasarın aynı sebebe dayandığı görülmüştür. Dolayısıyla, depremde meydana gelen can kaybı ve hasarın esas nedeni, bölgedeki yapılaşmanın yoğun olarak depreme karşı çok zayıf jeolojik zeminde olması ile ilgilidir.�(64)

�Afet niteliği� alan 17 Ağustos Doğu Marmara Depremi�nin hemen sonrasında �saha gözlemlerine� dayanılarak MTA uzmanlarınca verilen raporda �henüz incelenmeyen� Düzce segmentinde �sismolojik ve mikrosismik veriler bu segmentin de hareket etmiş olabileceğini düşündürmektedir� denilmekte; ardından TÜBİTAK�ın koordinasyonunda, MTA-Ankara Üniversitesi uzmanlarınca yapılan çalışmada �Düzce Fayı�nın 40 km�lik doğu bölümünde yakın gelecekte yıkıcı büyüklükte deprem beklentisi vurgulanmış�, 10 Kasım 1999�da �ilgili makamlara� teslim edilen bu rapordan �iki gün sonra da� (12 Kasım Cuma günü, saat 18.57�de) Düzce ve yakın çevresinde can ve mal kaybına yol açan 7.2 büyüklüğünde bir deprem olmuştur.(65)

Can ve mal kayıpları yukarıda verilen bu depremi yazdıkları raporla �haber veren� uzmanlar, �Hendek Fayı�nın da deprem potansiyeli olan aktif bir fay olduğu üzerinde durur�ken (nitekim, 23 Ağustos 2000�de Merkez üssü Hendek olan 5.8 büyüklüğünde, mal ve can kaybına yol açmayan bir deprem yaşadık); bilim dünyası Marmara Denizi�nde meydana gelecek �kesin ve yıkıcı bir depremi� tartışmaya başlamıştır. Marmara�daki fayın tek parça mı, yoksa parçalı mı olduğuna; tek mi, parçalı mı kırılacağına; ne şiddette ve ne zaman kırılacağına, İstanbul�u ne oranda etkileyeceğine kilitlenen tartışmanın ortak paydası �ülkemizin ve insanımızın deprem gerçeğiyle yaşamak zorunluluğunda olduğu�dur. (Bkz. Aktüel Yıllık, 2000 Millennium�da yer alan kapsamlı yazı)



Bu bağlamda, Prof. Dr. Ahmet Ercan (İTÜ Maden Fakültesi, Jeofizik Müh. Böl. Öğr. Üyesi) ülkemizde her üç yılda bir yıkıcı deprem olduğuna; 1999 gibi 2000 yılı içinde de deprem etkinliğinin sürmesinin beklendiğine dikkat çekmektedir:

� Depremlerin gelecekte nasıl davranacağını kestirmek için, geçmişteki davranışlarını incelemek ve kimliğini tanımak gerekir. Depremlerin jeofizik algılamalarının başladığı 1900�den 2000 yılına değin Türkiye toprağında oluşan, yıkım yapan depremlerin 100 yıl içinde zaman, büyüklük, yıkım, ölüm ve oluşum yeri sayılama ile çözümlenmiştir. Balkan ve Birinci Dünya Savaşı yılları olan 1905-1922 yılları arasında veri eksikliği vardır. Yüz yıllık dönem kısa olsa bile Türkiye depremlerinin kimliği üzerine kısa dönemli (1 ve 30 yıl) bilgiler edinilmektedir. Bu bilgiler kullanılarak 2000 yılında yurdumuzu bekleyen deprem ve yıkımları kestirebilmektedir. Kabaca yeryuvarında 7�den büyük depremler 25-30 yıllık bir artış dönemselliği gösterir ve yıllık ortalama sayıları 20�dir. 1900, 1930, 1960 ve 1990 en az olduğu yıllardır.

1900 yılından beri yıkıcı deprem sayısı 112�dır. Ortalama büyüklük M=6.5±1 Richter olan yıkıcı depremlerle 86.000 kişi ölmüş 250.000 kişi yaralanmış, 525.828 konut yıkılmış veya oturulamaz duruma gelmiştir. Yılda depremlerle ortalama insan yitimi 770 kişidir ve TC�nin gelirinin %1�i (5-20 milyar dolar) depremle yitirilmektedir. Sürenin değişkeni olarak deprem büyüklüğü ile ölüm arasında doğrusal bir uyum vardır. 100�den çok kişiyi öldüren M=6.5�dan büyük depremler için, depremlerden beklenen ölüm ile büyüklük arasındaki yaklaşık bağlantı; Beklenen Deprem Ölümü=-31225+4850 M�dir.

Türkiye�de en yoğun deprem olan dönemler, Balkan Savaşı yılları 1912 ±3, İkinci Dünya Savaşı yılları 1942 ± 3, Kıbrıs Savaşı yılları 1968 ± 3, 20. yüzyıl sonu 1999 ± 3 yıllarıdır. Bu yıllar içinde en büyük depremler sırası ile 1939 Erzincan (7.9), 1999 Gölcük (7.8), 1953 Yenice-Gönen (7.4)�dir. Sarsıntı bakımından en etkin yer Kuzey Anadolu Fayı (%52) olup, onu %33 ile Ege çöküntüleri ve %13 ile Doğu Anadolu Fayı izlemiştir. Kuzey Anadolu Fayı boyunca deprem odakları doğudan-batıya, batıdan-doğuya göç etmekte ve yüz yılda bir boydan boya, parça parça ardışık kırılmalarla, bütünüyle kırılmaktadır.

5-60 km�lik kuşak içinde, her kez aynı yerden yarılmayan bu kırık, yaklaşık 35 bin kez Kuzey Anadolu�yu boydan boya kırmıştır.

Kuzey Anadolu Fayı (KAF) boyunca oluşan yıkıcı depremler çoğunlukla 5.5 ile 8 arasında, ortalama 10 ile 15 km derinde yer alır. Kırık boyunca depremler, yer yer boşluklar bırakarak doğudan-batıya, batıdan-doğuya göç ederler. Deprem boşlukları, baskın olarak doğudan-batıya doğru süregelen itişin oluşturduğu, basınç geriliminin yer direncini henüz yenemediği, direnen yerlerdir diye bilinir. Boşluklar da gerilim boşalmama süresi arttıkça, gelecekte bu gibi yerlerde olacak deprem büyüklük beklentisi artar. KAF boyunca yerin en çok kırılmaya karşı dayanma direnci 1020 ile 1024 erg enerji boyutunda olup, bu değer yer kırılmasında 10 ile 50 bar�lık basınç gerilim dönüşümüne karşılık gelir.

20. yüzyılda Kuzey Anadolu Fayı, Bingöl�den Çınarcık�a dek kırılmıştır. Kırılmayı bekleyen tek parça, Çınarcık-Mürefte arasıdır. İşte İstanbul�u etkileyecek deprem de bu olacaktır. Ancak bu kırılma eylemi 21. yüzyıla sarkmıştır. Kuzey Anadolu kırığının Bolu ile Saroz arasındaki en belirgin davranışı; depremlerin ardışık ve kümeler biçiminde oluşmasıdır. KAF�ın bu parçasında bir başlangıç depreminden sonra, çoğunlukla 2-3 deprem daha 100-150 km�lik yarıçap içinde 1 ay ile 3 yıl arasında olmaktadır.

Ne var ki sarsıntılar; Gölcük doğusunda sık (7-30 yılda bir) Gölcük batısında (Marmara Denizi içinde) seyrek aralıklarla (130-150 yıl) oluşmaktadır. Böylece Anadolu, Trakya-Karadeniz kıyı kütlesine göre her 100 yılda 3 metre Avrupa�ya doğru kaymaktadır. Gelibolu-Biga Yarımadası�nın güney-batıya doğru dönmesi Marmara Denizi içinde yırtılmalara, kırılmalara düz atıma, denizde açılma ve yüzey biçiminde GT�ya doğru yönelmeye neden olmaktadır.

Türkiye�de deprem çekincesi en yüksek olan yer, Doğu Marmara (Sakarya Çukuru-Adapazarı, İzmit, Düzce, Bolu)dır. Bu bölgede her 7 ile 30 yılda bir yıkıcı deprem olmaktadır. Bunu Bingöl Kavşağı, (Erzincan, Bingöl, Erzurum), Güney Marmara (Gönen, Manyas, Ulubat), Gediz Çöküntüsü (Gediz-Demirci-Denizli) ve Likya (Fethiye-Marmaris-Finike) izler.

Türkiye�de her üç yılda bir yıkıcı deprem olmaktadır. Geçmişteki deprem oluşumu zaman çözümlemesine göre 1999 yılı deprem yıllarından biri olup 2000 yılı içinde deprem etkinliğinin sürmesi beklenir. Ayrıca dünyada ve Türkiye�de depremlerin 30 yıllık bir artış dönemselliği vardır. Bu yineleme sürerse, Türkiye 2020 ± 5 yılları arasında yeniden yoğun deprem oluşum sürecine girecektir.� (66)

Bilimadamlarının öngörüleri doğrultusunda Anadolu�da artçı-öncü ya da bağımsız toplam 2 bin 128 deprem etkinliği kaydedildi 2000 yılında. Burlar arasında 6 Haziran 2000�de Çankırı-Çerkeş merkezli 3 kişinin öldüğü, 81 kişinin yaralandığı 4 bini aşkın binanın yıkıldığı 5.9 büyüklüğündeki, Bitlis ve Denizli�de değişik büyüklüklerdeki depremler(67) de vardır. Bütün bunlar olurken bürokrasi, bilim çevreleri ve duyarlı sivil toplum kuruluşları-meslek örgütleri arasında alınması gereken önlemler, yapılanlar/yapılamayanlar, olaya yaklaşımdaki farklılıklar vb konularda tartışmalar da bitmek bilmiyor.

17 Ağustos depreminden hemen sonra, bölgeye ulaşan Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği (TMMOB), uzmanları aracılığıyla yürüttüğü çalışmalarla �çok fazla çıkar odağını� ürkütse de, deprem gerçeğini kamuoyuna maletmek için çabalarını aralıksız sürdüren meslek örgütlerinden biri. �17 Ağustos, 12 Kasım 1999 Doğu Marmara Depremleri ve Türkiye Gerçeği� başlıklı geniş bir rapor yayımlayan örgüt, Türkiye, Marmara ve İstanbul için depremi bir olgu/bir gerçeklik olarak kabul ediyor ve yaşanmış büyük deprem felaketinden ders alınarak, yaşanabilecekler için önlem alınmasında yol gösterici olmaya çalışıyor.

�TMMOB ekiplerinin yıkılmış binalar üzerinde yaptıkları çalışmalar araştırmalardan çıkan sonuçlarla, yerleşim alanlarının belirlenmesinde işlenen suçlar, yapılan büyük yanlışlıklardan başlanarak bina yerine, yapısına göre uygulanan teknikler, yükseklikler, malzeme üzerindeki bilimsel yanlışlıklar, suçlar, bir başka deyişle yolsuzluklar, yağma düzeni üzerinde duruluyor. Ne yazık ki yaşanan büyük felaketin enkazı üzerinde yapılan çalışmalar yapılaşmada siyasetçiden mülk sahibine uzanan halkada büyük bir rant, çıkar paylaşımının, bilime aykırı yapılaşmanın depremden ağır etkileri olduğunu ortaya çıkarıyor.

Depremin en ağır sonuçlarının olması gereken, en şiddetli yaşandığı fay hattının üzerinde kimi sağlam yapılaşmalar ayakta durur, en azından can almazken yanlış yerleşim alan-larında, tarıma en elverişli, yapılaş-maya uygun olmayan alanlardaki yüksek, teknik olarak hileli yapılmış, malzemesinden çalınmış yapılar yerle bir olarak çok ağır can ve mal kaybı-na yol açmış bulunuyor.

TMMOB�nin raporunun ikinci ayağında depremden alınması gere-ken derslerin nasıl alınmadığına iliş-kin saptamalar var. Acıları en aza indirme, yaşayanlara yardımcı olma adına yapılanlarda da yanlışlıklar, daha doğrusu çıkara dayalı kararların olumsuz sonuçları var. Çadırkentlerin zamanında, yeterli büyüklüklerle sunulamamasının ardından, TMMOB geçici olarak getirilen, ancak uzun süreli kalacağı düşünülen prefabrike evlerin yapımına karşı çıkıyor. Deprem yardımlarının önemli bölü-münü yutan, yüksek maliyetli ve yanlış yer seçimi yapılmış prefabrike evlerin ihaleleri ile birilerinin zengin edildiği, ancak halkın gereksi-nimlerine gerçekçi yanıt verilmediği, kaynakların israf edildiği savunu-luyor.

TMMOB�ye göre deprem bölgelerinde geleceğe yönelik atılan adımlar da yanlışlıklar zinciri olarak birbirini izliyor. Devlet adına yapılması gereken atılması zorunlu adımların çoğunluğu atılmayarak, felakete yol açan düzenin, zamanla her şey unutularak eskisi gibi sür-mesine ortam yaratılıyor. TMMOB her şeyden önce bilimsel olarak çok yoğun sanayileşme ve yerleşimin yörede hafifletilmesi gereğinin altını çiziyor. Yörenin deprem ve toprak yapısına ilişkin haritalar, en son verilerle ortaya çıkan bilimsel gerçekler, daha önce çok yanlış yapılmış yerleşimin aynı koşullarda sürdürülmemesi gerektiğini ortaya koyuyor. (...)

TMMOB yöredeki sanayi-leşme, yerleşme yoğunluğunun en az üçte bire indirilmesi, büyük çapta hafifletilmesi zorunlulu-ğundan söz ediyor. Ortada benzer yoğunlukta yeniden sanayileşmeye, yapılaşmaya elverişli yer yok. Doldurulmuş kıyılarda dere yataklarında, alttan suyun çıktığı tarıma en elverişle topraklarda, aynı yoğunlukta yeni yapılaşma bile bile cinayet olacak. Ama şimdiye kadar ciddi anlamda gidişin eskiye doğru olmaması için alınmış önemli karar, atılmış adımlar yok.� (68)

İstanbul�un da önemli yer İstanbul�un da önemli yer tuttuğu TMMOB raporunda:

İstanbul�un, 1999 depremlerinden tahmin edilenden çok etkilendiği; hasar gören binaların onarılmasının ciddi tehdit olduğu; kentteki kaçak yapılaşmanın olası depremde felaketi daha da arttıracağı; imar aflarının yarattığı olumsuzlukların giderek büyüdüğü; �çok fazla elverişsiz yerleşim alanı üzerinde, depreme dayanıklılık anlamında gerek yükseklik, gerek malzeme ve teknik açıdan elverişsiz çok fazla bina� bulunduğu vurgulanıyor. Ayrıca bugüne değin süren tartışmaların ötesine geçilmesi gerektiğine, sonuçların değil nedenlerin irdelenmesinin doğru olacağına işaret edilerek şu �altı çizilecek saptamalar�a yer veriliyor:

�� TMMOB, bilimsel ve teknik bir örgüt olarak Türkiye�nin deprem gerçeğini sürekli vurgulamış, görüşlerini ve önerilerini kamuoyuna açıklamış, ülkeyi yönetenleri uyarmıştır. Yıl-lardır sesimize kulak verilme-miş, gerekli önlemler alınma-mış, hırsızlık koalisyonunu oluşturan haramiler bildiğini okumaya devam etmiştir.
� TMMOB, 17 Ağustos, 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı kayıpları, 1950�lerden bu yana genişleyerek sürdürülen plan-sız bir sanayileşme ve kentleşmeyi kalkınma modeli olarak benimseyen, insanları ve kenti sermaye birikimi için ucuz işgücü ve ucuz altyapı aracı olarak ele alan, bunların sosyal ve kültürel boyutunu ve maliyetini gözardı ederek daha fazla para ve kazanç peşinde olan
bir anlayışın kaçınılmaz sonuçları olarak görmektedir.
� Bilimi, planlamayı ve denetimi dışlayan, planlı bir üretim ekonomisi yerine ranta ve spekülasyona dayalı bir ekonomiyi egemen kılan bu kalkınma modeli bir çaresizliğin ve yetersizliğin değil, bilinçli bir tercihin ürünüdür. Kapitalist yoldan kalkınma modeli denen bu tercihin yanlışlığı, içten içe çürümüş hali ve korkunç sonuçları apaçık ortaya çıktığı halde gereken ders alınmamış görünmektedir.
� Toplum, medyanın elektronik ortamlarda sürdürülen fay hatları tartışmalarından medet bekler hale getirilerek olması kaçınılmaz olan bir deprem öncesi, anı ve sonrasında alınması gereken önlemler göz ardı edilmektedir. Toplumun büyük çoğunluğu cehalet ve çaresizlikten doğan bir cesaretle yaşamaya devam ediyor.
� Deprem riski altındaki kentleri, somut ve öncelikli bir örnek olarak İstanbul�u depre-me hazırlayacak, bunun için bilimi ve bilimsel düşüncenin sonuçlarını toplumun yararı için seferber edecek insana dayalı bir organizasyon ortalık-ta görünmüyor.
� Deprem vergileriyle toplanan paraların, dış ve iç kaynaklı deprem yardımları ve kamu kaynaklarının bir avuç azınlığa aktarılmasına devam ediliyor. Türkiye�yi soyup soğana çeviren ve doymak bilmeyen bir avuç rantçı, yağmacı, vurguncunun elleri her tarafa uzanıyor. Bu doymak bilmeyen eller, bütün toplumu yaşamın her alanında, sosyal ve ekonomik ve siyasal bütün alanlarda yeni felaketlerin eşiğine taşımaya devam ediyor.
� Zararın neresinden dönülse insanlık ve uygarlık için kârdır. TMMOB, depreme karşı ciddi önlemlerin, kentin yapılarını bilimsel olarak ince-leyerek yıkılması gereken yapıların yıkılmasını, yeni yaşam ve çalışma alanlarının oluşturulmasını hedefleyen bir çalışmadan geçtiğine inanmaktadır. Bunun için toplumsal bir iradeyi ortaya koymalı ve toplum olarak ayağa kalkmalıyız.
� Bu bilinen gerçekler karşısında iyimser olmak, alındığı söylenen önlemlere inanmak, geleceği-mizi, doğa olayı olan depremin yol açtığı felaketlerin nedenle-rinin açıklanmasında ve politik etkileme mekanizmalarında kullanılan (takdiri ilahi) söylem-lerine teslim etmektir. Toplumun kendi başına bulmaya çalıştığı formüllerin çözüm olmadığı görülmektedir.
� TMMOB, depremin üze-rinden aylar geçmesine rağmen, bölgedeki sorunların çözümü için politikalar üretilmediğini, bu konuda adımlar atılmadığını ve daha da önemlisi böyle bir niyetin de olmadığını gözlemle-mektedir.� (69)
Bütün bu uygulamaların dışında, gözlenen birkaç önemli olgu daha var:
� �Gel� diyerek deprem bölgesine onca nüfusu yığan �plansız� sanayi, şimdi, deprem tehlikesine az uzak, ancak, yine 1. sınıf tarım toprakları olan Trakya Bölgesi�ne kaydırmakta yatırımlarını.
� Deprem bölgesini ilkin, milyonlarca kişiye �gel� diyen anlayışı sürdürenler terk etti. Ardından, bölgeden, �gelinen yerlere� tersine bir �göç� başladı.
� Tersine göçten sonra merak edilen şudur: İMF ve Dünya Bankası denetimindeki ekonomimiz, �toprağına dönenlerin� ürettiklerine �geçindirecek� bir değer biçecek midir?
� Ülkemizde her 1.5 yılda bir yıkıcı depremlerde 1000 can, ulusal gelirin %1-5�i (2-10 milyar $) yitirildiğine, kalkınma hızının 1 puan gerilediğine dikkat çeken bilimadamları şu anlamlı vurguyu yapıyorlar: 1 milyon kişiyi depremden etkilenmeyecek bir yere taşımanın tutarı 1 milyar $ iken, deprem araştırmalarına ayrılan pay 1 milyon $�ın altındadır. Oysa ülkemizde bir futbolcuya 15 milyon $, sigara tüketimine 4 milyar $ harcanabilmektedir.
Bilimadamlarının bu acı vurgusunun gereği ne zaman yerine getirile-cek/getirilebilecektir?
� Depremin �çevre� üzerindeki olumsuz sonuçları, nasıl ve ne zaman ortadan kaldırılacaktır?:
�� TÜPRAŞ�taki yangın sonrasında geniş bir alanda görülen petrol kirliliği, yanma sonucu oluşan maddelerin topaklaşması ve yağlı tabakaların çözülerek suya karışması sonucu oluşan çevre zararları tam olarak giderilebilecek mi?
Kıyılara bulaşan petrolü, denize dökülen kâğıt, tahta, poşet, ambalaj malzemeleri ve kanalizasyon sistemlerinin tahrip olmasından ortaya çıkan atıkları toplama çalışmaları (ki denizden 825 ton petrol, 10 bin ton moloz toplanmıştır.) körfezin �kendine has kirlilik karakteristiğini� de iyileştirinceye değin sürdürülecek midir?
�� AKSA Akrilonitril Tesisleri�nden havaya, suya ve toprağa karışan 6 bin 400 ton akrilonitril hammaddenin etkileri Çevre Bakanlığı�nın ileri sürdüğü gibi doğa tarafından yok edilmiş midir?
�� Deprem sonrası ortaya çıkan çöp ve molozların denize, akarsulara yakın yerlere dökülerek elde edilmiş �görsel temizlik� yeterli görülerek bu tür uygulamaların çevre üzerinde oluşturduğu olumsuzlukları giderecek önlemler ertelenecek midir?
�� İzmit Körfezi�ni kirleten unsurların başında gelen devlet sanayi tesislerinde gerekli önlemler alınmadığı sürece, özel sektörden yasal sorumluluklarını yerine getirmesi nasıl istenecektir?
vb.

Çevre konusunda aynı yanlışlar yapılacak mıdır?

Hiç yorum yok: